3 Mayıs 2013 Cuma

Türk insanı günde kaç kelime konuşur?

Ankara Üniversitesi Türkçe Öğretim Merkezi (TÖMER) Bursa Şubesi Türkçe Bölüm Başkanı Halil Çağlar, Türkiye'de vatandaşların günlük hayatta kaç kelime konuştuğunu açıkladı.

Türkçe Bölüm Başkanı Halil Çağlar, TÖMER Bursa Şubesi Müdür Yardımcısı Eyüp Acar ile birlikte 77. Dil Bayramı dolayısıyla şube binasında bir basın toplantısı düzenledi.

Dilin konuşanın kendisini ifade etme biçimi olduğunu söyleyen Çağlar, "Her devletin kendine özgü bir dili vardır. Türk dili, gerek kendine özgü kuralları, gerekse sözcük yapısı itibariyle dünya dilleri arasında her zaman değerini korumaktadır. Bu kadar güzel bir dili en güzel biçimde ifade etmek herkesin görevidir." dedi.

Türkçe'nin dünyadaki tüm dillerden daha kolay olduğunu kaydeden Çağlar, "Yurtdışında bile büyük rağbet gören Türkçemizin değerini bilmemiz gerekiyor. Dilimiz kelimelerinin kökü itibariyle diğer dillere göre daha anlaşılır ve basit bir dildir. Günümüzde Türkçe ortalama 400 kelimeyle konuşuluyor. Oysa İngiltere'de ortalama 2 bin kelime telaffuz ediliyor." diye konuştu.

Türkçe'yi korumak için eğitimin önemine vurgu yapan Çağlar, "Küçük yaşta eğitim gören çocukların bilinçlendirilmesiyle işe başlanabilir. Ayrıca dilimize girecek bir kelimeyi daha yolun başında iken alıp Türkçeleştirmek gerekiyor. Aksi takdirde insanların beyninden o kelimeyi silemezsiniz. Herkes dile sahip çıkmalı." şeklinde konuştu.

ÖZLÜ VE GÜZEL SÖZLER

•İnsana hiçbir şey öğretemezsin; öğrenmeyi ancak kendi içinde bulacağını öğretebilirsin. (Galileo Galilei)
•Hepimiz genel düşünürüz ama ayrıntıları yaşarız. (Alfred North Whitehead)
•Önemli olan yere düşüp düşmemen değil, tekrar ayağa kalkıp kalkmamandır.
(Vince Lombardi)
•Yaşam bisiklete binmek gibidir. Pedalı çevirmeye devam ettiğiniz sürece düşmezsiniz. Claude Pepper)
•Bir seçim yapmanız gerektiğinde; seçmemek de bir seçimdir.(William James)
•En olanaksız sandığımız şeyler, yaşamda başımıza gelenlerdir. (Pitigrilli)
•İnsanın yaşama karşı ödevi yaşamaktır. (Eugene O’Neill)
•Bir şeyi gerçekten bilmek, onu anlatmakla olur. (Socrates)
•Bilim aklın şiiridir; şiir de yüreğin bilimidir. (Maksim Gorki)
•Düşünür, yeniden düşünen ve şimdiye değin üzerinde düşünülmüş şeylerin asla yeterince düşünülmemiş olduğu kanısına varan kişidir.(Paul Valery)
•Hiçbir şey karar verebilme yeteneğine sahip olmak denli zor ve onun denli değerli değildir. (Napoleon Bonaparte)
•Her zaman ara, bir gün altın ararken bakır bulursun, yarın bakır ararken altın bulursun.(Descartes)
•Kültürlü insan yoktur, kültü- rünü artırmaya çabalayan insanlar vardır.
(Ferdinand Foch)
•Belleği çok güçlü olan birçok insan sırf bu nedenden ötürü orijinal bir düşünür olmaz. (Nietszche)
•Bir insanın zekâsı, vereceği cevaplardan değil, soracağı sorulardan anlaşılır.
(De Levis)
•Bir insana bir kitap sattığın zaman, ona yalnız yarım kilo kağıt, mürekkep ve tutkal satmış değilsin; sen ona tümüyle yeni bir yaşam satmış oluyorsun.
(Christopher Morley)
•Bir insanın yaşamından değerli bir şeyi yoksa, o insanın yaşamının da değeri yoktur.
(Tagore)

HADİ GELİN KENDİNİZİ TEST EDİN !

1.Enerji dolu olmak
Bazı insanlar diğerlerine oranla daha enerjiktirler. Bu kişiler iş görüşmesinde ya da neredeyse her yerde etraflarına yaşama sevinci, coşku ve enerji yayarlar. Sürekli olarak aktif olmak isterler. Böyle bir özelliğe sahipseniz odaya girdiğiniz anda fark edilirsiniz, yürüyüşünüz ve gözlerinizdeki parlaklık hemen dikkat çeker.
2.Enerjinizi işe vermek
Ne kadar çalışkan ya da ne kadar zor işler yapmış olduğunuzu anlatmakla işe alım uzmanları ikna olmazlar. Tembel bir insana göre her iş zordur ve zamanının çoğunu bu konuda şikayet etmekle harcar. Eğer boş zamanlarınızda işe yönelik ilgileriniz varsa, yüksek motivasyonla çalışabilecekseniz bunları anlatmanız daha yararlı olur. Çalışma prensiplerinizden bahsedin.
3. Rolünüzün farkında olmak
İlk izlenim çok önemlidir. Görüşmeye giderken görünüşünüze özen göstermelisiniz. Görüşmeciye vereceğiniz mesajın etkililiği, üstlendiğiniz rolün ne kadar farkında olduğunuzla orantılıdır.
4. Manevi motivasyon
Neye sahip olduğunuz, nerede yaşadığınız o kadar da önemli değildir, önemli olan elinizde olanla ne yaptığınızdır. Bunu öğrenebilmek için genelde size geçmişte neye sahip olduğunuz, şu an elinizde olanlar ve aradaki fark sorulur.
5. Duygusal olgunluk
İnsanlar üç yönden büyür: fiziksel olarak, akli olarak ve duygusal olarak. Çoğu yönetici fiziksel ve akli yönden olgunlaşırken duygusal yönden olgunlaşma garanti edilemez. Bir kişinin fiziksel büyümesini tamamlamış olduğunu görebilirsiniz. O kişinin eğitim durumuna, derecelerine, sertifikalarına bakarak akli yeteneğini de görebilirsiniz. Fakat duygusal olgunluğu gösterecek bir işaret yoktur. Duygusal olgunluğa eriştiyseniz kendinize güvenerek size verilen işin üstesinden gelemeye çalışırsınız. Sizden beklenen de budur.
6. Kötü durumları kazançlı bir şekilde yönetebilmek
İşe alım uzmanları için en iyi aday, sıkıntılı ve kötü durumları yönetebilme becerisine sahip olandır.
7.Verilen işi bitirmek
Geçmişte başarıyla bitirdiğiniz işleriniz olmalı ve sonuç odaklı olmalısınız. Görüşme sırasında tamamladığınız işlerden, sonuçlarının ne olduğundan örnekler vererek bahsedebilirsiniz.
8.Sadece para kazanmayı istemek değil, işini iyi yapmak
Para önemli bir motivasyon aracı olsa da yaptığınız işi sevmek çok daha önemli. İşini seven kişi işini en iyi şekilde yapmaya çalışır ve takdir toplayarak, ödüllendirilerek yaptığı işin karşılığını alır. İstemeden yapılan işin ne size ne de şirkete hiçbir katkısı olmaz.
9. Amacınıza sadık kalın
Görüşmede amacınızı açıkça belirtin ve bu amaçta ne kadar kararlı olduğunuzu anlatın.
10. Güler yüzlü olmak
İş görüşmesi yapan kişilerin baktığı ilk özelliklerden belki en önemlisi güler yüzlü olmaktır. Güler yüzlü ve kendinden emin görünerek birçok adayı geride bırakabilirsiniz.
Yazar: Pelin Körfez
Kaynak: http://kariyer.net

HAFIZAYI GÜÇLENDİRMENİN YOLLARI

Türkiye’de 300 bin Alzheimer hastası var. Uzmanlar bu sayının ilerleyen yıllarda daha da artacağını belirtiyor. İskoçya’daki Edinburgh Üniversitesi tarafından yapılan araştırmaya göre, iyi arkadaşlara sahip olmak Alzheimer’a yakalanma riskini azaltıyor. İşte hafızayı güçlendirmenin yolları:
* Sakız çiğneyin. Sakız çiğnemek hafızanın yüzde 25 daha güçlü olmasına yol açıyor.
* Aşırı derecede alkol tüketiminden kaçının. Her gün aşırı derecede alkol tüketimi beyin hücrelerinin daha hızlı ölmesine neden oluyor.
* Haftada iki-üç kez balık tüketmeye özen gösterin.
* Sigarayı bırakın. Yapılan araştırmalara göre, tiryakilerin Alzheimer’a yakalanma riski sigara içmeyenlere göre üç kat fazla.
* Stresin beyin hücrelerini etkilemesini engellemek için düzenli olarak nefes egzersizi yapın. Sıkıldığınızda doğru nefes almaya dikkat edin.
* Gün de 5 kilometre yürüyün. Yürüyüş sadece beyni değil kalbi de koruyor. Kalp krizi geçirme riskini yüzde 40 oranında azaltıyor.
* Her gün aynı saatte yatıp kalkmaya özen gösterin.
* Zekâ oyunları oynayın.
* Sevdiğiniz arkadaşlarınızla buluşun. Arkadaşlarla birlikte vakit geçirmek, Alzheimer riskini yüzde 38 oranında azaltıyor.
* Düzenli olarak B vitamini içeren brokoli tüketin.
Kaynak: http://www.haberturk.com

Siz de Kendi Görüşünüzü İfade Etmekten Korkuyor musunuz?

Sizce bizim toplum olarak özgüvenimiz yeterince sağlam mı?
Kendimize karşı dürüst olmamız gerekirse özgüven eksikliğimiz en çok yabancılarla karşılaşacağımız zaman ortaya çıkıyor. Sanatta, sporda ya da üretim kalitesinde birçoğumuz yabancıların ve özelikle Batılıların bizden daha iyi olduğuna inanır. Birçok alanda yabancı hayranlığımız bu eksiklik hissimize dayanır. Türkiye’de marka isimlerini İngilizce koyma alışkanlığımız da bu nedenledir.
Batılıları kendimizden üstün görmeye başlamamız Tanzimat Dönemi'ne dayanır. Fransız gibi olma anlamına gelen “Alafranga” ve Türk gibi olma anlamına gelen “Alaturka” terimleri, günlük dilimize Tanzimat döneminde girmiştir.
62 ülkede, 9 temel değişken incelenerek ülkelerin kültürlerini kıyaslayan araştırmaya göre (Globe Research Project) Türkiye, “kendi fikrini ifade etme” (assertiveness) açışından en son sıralarda yer alıyor. Biz toplum olarak kendi düşüncelerimizi ifade ederken karşımızdakiyle uyum içinde olmayı tercih ediyoruz. Farklı bir fikirde olmayı karşımızdakiyle “ters düşmek” gibi algılayıp kendimizi huzursuz hissediyoruz.
Oysa bazı toplumlarda insanlar, başkalarının düşünceleri ne olursa olsun kendi fikirlerini hiç zorlanmadan ifade etme alışkanlığına sahiptirler. O toplumlarda bir insanın kendi düşüncelerini ifade etmesi, karşısındakinin düşüncesini kabul etmemesi saygısızlık ya da küstahlık olarak addedilmez. Aksine daha küçük yaştan itibaren kendi fikrini savunmak yüceltilen bir davranıştır.
Bizde ise tam tersidir: Bir insanın düşüncesine karşı çıkmak o kişiye karşı gelmek gibi anlaşılır. Bizde söylenen her söz neredeyse karşı tarafın kendi kişiliğine söylenmiş bir söz olur. Bu ister akademik camiada ister siyasi arenada isterse bir arkadaş topluluğunda olsun, bir insan, grubun genelinden farklı bir fikir ileri sürerse tüm gözler ona çevrilip sorgulanır. Bizde makbul olan, bir insanın “kendi fikirlerine sahip olması” değil, grupla uyum içinde olmasıdır.
Bir insanla farklı düşünmek o insanla zıtlaşmak anlamına geldiği için bizim gibi toplumlar hemen kutuplaşır. Her meselede kamplara bölünür. Farklı bir fikre sahip olmak, “karşı tarafta durmak” gibi algılanır. Böyle olunca da fikirleri tartışmak yerine “kimin hangi grubun içinde yer aldığı” önem kazanmaya başlar. Bu tutum, zamanla insanları fikirlerden uzaklaştırır ve ait olunan grup, cemaat ve partiler ön plana çıkar.
Sosyal psikologlar “kendi görüşünü ifade etmenin” (assertiveness), daha çok Kuzey Amerika ve Kuzey Avrupa’ya ait kültürel bir davrnanış olduğunu öne sürerler. Doğu toplumlarında, bireysellik de insanın kendi fikrini ifade etmesi de (özgüven) yüceltilen bir kavram değildir.
Özgüveni yücelten toplumlar rekabeti ve ilerlemeyi de yüceltir. Bu toplumlarda hakim olan inanış, “çaba gösterenin kazanacağıdır". Dolayısıyla toplumsal olarak telkin edilen, kişilerin kendilerine güvenip mücadele etmeleridir.
Özgüveni düşük olan toplumlarda insanlar, tek başlarına başarılı olamayacaklarını varsaydıkları için, içinde bulundukları topluluğa bel bağlarlar. Hâkim olan inanış, “arkası sağlam olanın kazanacağıdır". Güçlü kişilere yakın olma isteği buradan kaynaklanır. Bir insanın güçlü olanlara yakınlığı onun başarılı olma ihtimalini yükseltir. Bu toplumlarda insanlar, başarmanın yolunun lidere, yöneticiye, güçlü olana güvenmekten geçtiğini bilirler.
Bu toplumlarda “doğrunun” ve “yanlışın”; “iyinin” ve “kötünün” ne olduğunu söyleyen “bir bilen” vardır. İnsanlar kendi düşüncelerinden çok güçlü olanın düşüncesine değer verirler. Belki de bu nedenle bu toplumların esnek ve değişime açık olmaları bu yüzdendir. Bizim gibi toplumlar, krizlere dayanmak konusunda da, değişimi kabullenme konusunda da Batı toplumlarına göre daha avantajlıdırlar.
Bizim toplumumuzda “doğrular”, insanların kendi tercihleri ve birikimleriyle değil, hâkim grubun inanışları ve değerlerine göre şekillenir.
Kendi fikrini özgürce ifade etmekte zorlanan toplumlarda insanlar nerede konuşup nerede susacaklarını; nerede ön plana çıkıp nerede kendilerini unutturacaklarını daha çocuk yaşta öğrenmeye başlarlar. Bu, onlar için bir hayatta kalma stratejisidir.
Bizim toplumumuz işbirliğini ve ilişkileri yüceltir. Bizde arkası sağlam olmayanın devlet dairelerinde “ikinci sınıf” insan muamelesi görmekten korkması bu yüzdendir. Bu nedenle bizde bir insanın “nüfuzlu tanıdıklarının olması” hayati öneme sahiptir. Çünkü sokaktaki insan, ancak bu tanıdıklar sayesinde hak ettiğini alabilleceğine inanır.
Özgüveni düşük olan toplumlarda güçlüye karşı nasıl bir tavır içinde olunması gerektiği de çok açıktır. Esas olan güçlüyle uyum içinde olmaktır. Toplumsal hiyerarşi yani kimin kimden daha üst sırada olduğu çok önem arz eder. Çünkü sonucu belirleyen bu ilişkilerdir: Haksızlığa uğramamak için nasıl nüfuzlu tanıdıklara ihtiyaç varsa toplumda bir yerlere gelmek ve başarılı olmak için de bu ilişkilere ihtiyaç vardır.
Psikologlar özgüvenin doğuştan değil; çocukluktan itibaren kazanılan bir özellik olduğunu söylerler. Alfred Adler hayatta karşılaştığımız her başarı veya başarısızlığın özgüvenimizi etkilediğinin altını çizer. Hepimiz hayatımızda karşılaştığımız zorluklarla nasıl baş ettiğimize göre özgüven kazanır veya kaybederiz.
Bir toplumun kendi içinde farklılıkları doğal kabul etmesi de bir özgüven konusudur. Bir toplumda insanların birbirlerinden farklı renklere, farklı kökenlere, farklı mezheplere sahip olması ne kadar “normal” karşılanırsa o toplumun bireyleri de o kadar özgüvenli demektir.
Aksine toplum, bu farklılıkları ne kadar bastırır, ne kadar yok sayarsa toplumda riya o kadar yükselir. İnsanlar baskı karşısında hem kim olduklarını hem de gerçek düşüncelerini gizlerler. Kendilerine görüşleri sorulduğu zaman gerçek düşüncelerini değil “duyulması arzu edileni” söylerler. Toplum giderek içi başka dışı başka bir yapıya kavuşur. Özgünlüğünü ve bütünlüğünü kaybeder.
Bizim toplumumuz özellikle devletle veya güçlü olanla ilişkiye girdiği zaman kendi düşüncesini ifade etmektense kendisinden beklenen düşünce ve tutumu sergilemeyi kültürel bir miras olarak edinmiştir. Bizim toplumuzda bu tutum, riski en aza indiren, güvenli bir tutumdur.
Eğer baskı ortadan kalkarsa toplum zaman içinde yeni alışkanlıklar edinmeye başlar. Kendine daha güvenli, kendi düşüncesini özgürce ifade eden bir topluma dönüşebilir.
Bu değişim elbette birkaç yılda kendini göstecek kadar süratli olmaz ama önünde sonunda bu değişim gerçekleşir.
Yazar: Temel Aksoy
Kaynak: http://www.temelaksoy.com

9 SANİYEDE AKLIMIZDAN KAÇ DÜŞÜNCE GEÇER?

Dokuz saniyenin nasıl geçtiğini bile fark etmeyebilirsiniz ama beynimiz bu kısacık süre içinde tam 15 tane yargıda bulunabilir. Hepimiz ilk karşılaştığımız kişi hakkında ilk 9 saniyede bir takım yargılarda bulunuyoruz...
İNSAN 9 SANİYEDE KAÇ YARGIDA BULUNUR?
15, evet yanlış okumadınız ONBEŞ. Eğitimli, eğitimsiz, batılı, doğulu, bilinçli, bilinçsiz, farkında olarak ya da olmayarak, hepimiz ilk kez karşılaştığımız biri hakkında ilk dokuz saniyede bir takım yargılarda bulunuruz. Bu yargılar doğal olarak ilk izlenimle oluşur. Peki, ilk izlenimi neler oluşturur?
Kıyafetimiz, aksesuarlarımız, ayakkabımız, makyajımız, sesimiz, diksiyonumuz, kelimelerimiz, kokumuz, beden dilimiz, bakışlarımız, ellerimiz, oturuşumuz...
Bunun iş mülakatıyla ne ilgisi olduğunu gayet iyi anlamış olmalısınız. Sizinle görüşme yapacak olan kişi mülakat teknikleri konusunda uzman ve deneyimli olabilir ya da sizden çok daha genç ve görüşme teknikleri konusunda acemi de olabilir (ki büyük olasılıkla ilk görüşmede böyle olur!). Bu hiç fark etmez çünkü ‘Her şey yalan, algı gerçektir’. İlk izlenim her şeydir. İlk izlenim son izlenim olabilir. Siz ne anlatırsanız anlatın, karşınızdakinin anladığı kadarsınız... Bu cümlerin sayısını daha da artırabilirim ama sizin meramımı anladığınıza eminim.
İşte bu yüzden iş görüşmesine giderken:
Ne giyeceğinizi önceden düşünün ve kıyafetinizi mümkünse bir gün önce hazırlayın. Kıyafetlerin renk uyumuna, temizliğine, herhangi bir yerinde yırtık, sökük olmamasına, (eksik ya da düşmek üzere bir düğmeye, kaçmış çoraba dikkat!). Erkeklerin parlak takım elbise giymemesini, kadınların ise çok dar pantalon veya dar/kısa etek, abartılı dekolte, iç gösteren gömlek giymemesini ve göğüs bölgesindeki iki düğme arasına dikkat etmelerini öneririm.
İş hayatı gelenekseldir. Bir kaç sektör hariç. Yaratıcılık gerektiren reklam, yazılım gibi sektörlerde kıyafet özgürlüğü vardır. Bu sektörlerde olan bir firma ile iş görüşmesine giderken kot pantalon ve spor ayakkabı giyebilirsiniz.
Renk seçimine gelince; koyu renkler her zaman garantidir. İşveren kurumun kurumsal renklerini taşıyan bir kravat ya da eşarp çok iyi bir etki bırakır. Diğer yanda mavi ve lacivert bilişim ve finans, kırmızı, yeşil ve turuncu gıda ve hızlı tüketim malları sektörlerininde çok sık kullanılır. Hangi sektör olursa olsun, kahverengi iş hayatında tercih edilmemelidir. Aksesuarlar kesinlikle abartılmamalıdır. Sallanan küpe ve hareket ettikçe ses çıkaran bilezikler kesinlikle takılmamalıdır. İnci küpe ve kolye iletişim ve iknada her zaman ve seviyede çok etkilidir. Tabii ki bunları erkeklere önermiyorum.
Ayakkabıların ille de yeni olmasına gerek yok ama çamurlu, tozlu olmaması ve boyalı olması önemli. Kadınların ise açık ayakkabıdan uzak durması bence şart. Eğer işe alınmamak istiyorsanız aşırı makyaj yapabilirsiniz.
Sesinizin ve konuşmanızın önemini ne kadar vurgulasam az olur. İletişimde ses en kuvvetli silahlardan biridir. Çoğu kişi kendi sesini duyduğunda şaşırır ve tanıyamaz. Sesinizi tanıyın. Sesinizi kaydedip dinleyin. Sesin tınısı, tonu ve rengi vardır. Monoton bir ses tonuyla konuşusanız ve sesinizin rengi olmazsa en azından ‘sıkıcı’ olursunuz. Halbuki ses tonunuz iniş çıkışlı, sesinizin rengi duygularınıza ve söylediklerinize uygun olursa kesinlikle dinlenirsiniz, akılda kalırsınız, karşınızdakini etkilersiniz.
Bir okurum iş görüşmesinde sesinin titrediğini, nefesinin yetmediğini ve bu yüzden çok heyecanlı olduğunu ve sürekli terlediğini yazmış bana. Bu benim de başıma gelmişti. Daha doğrusu nefesimi doğru kullanmadığım için cümlemi bitirmeme nefesim yetmiyordu. Cümle arasında sık sık nefes aldığım için dinleyenler benim heyecanlı olduğumu zannediyorlardı. Benim de sık sık nefes almaktan ağzım kuruyor sonra konsantrasyonum bozuluyor, sonuçta da sunum sırasında performansım düşüyordu. Sordum soruşturdum, öğrendiklerim bana yetmedi, diksiyon kursuna gittim. Size de mutlaka öneririm. Hayatta başarılı olmak isyeten herkes mutlaka ve mutlaka diksiyon kursuna gitmeli, gitmeli ve gitmeli!
Çözüm çok basitti; diyafram nefesi!
Size anlatmak, söylemek, paylaşmak önermek istediğim çok şey var, çok...
Yerim yetmedi, gelecek yazıda görüşmek üzere.
Yazar: Sunay Karamık Özbek
Kaynak: http://www.monster.com.tr

GÜNDE KAÇ KELİMEYLE KONUŞUYORSUNUZ?

Gençler 300 kelimeye sıkıştı
Türkçe''''deki 100 bin kelimeden yalnızca 300-400''''ünü kullanarak kendini ifade eden gençler nasıl bu hale geldi Test üzerine kurulu ezberci eğitim, Türkçe''''den önce öğrenilen yabancı dil ve SMS ile cep telefonlarını kullanma.
Üniversiteli gençler artık günlük yaşamda en fazla 300-400 kelime kullanarak konuşuyor. Uzmanlara göre bunun en önemli nedeni eğitim sistemi. Test çözme üzerine kurulu bu sistemin ''''kutucuk'''' işaretlemeye dayandığını ve tek amacının da ''''üniversiteye giriş sınavını kazanmak'''' olduğuna değinen uzmanlar, "Bu sistemde yetişen genç kitap okumaya gerek duymuyor. Üniversite sırasına gelene çoğu bir kitap okuyor" diyor.
Uzmanlara göre az kelime ile konuşmaya ikinci neden ise cep telefonları ve SMS. Çünkü gençler mesajlarını ''''en kısa'''' biçimde göndermeyi amaçladıkları için sınırlı sayıda kelime kullanıyor. Az kelime ile konuşmanın nedenlerinden biri olarak küçük yaşta yabancı dil eğitimi gösteriliyor. Milli Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik''''in üniversite gençlerinin 300-400 kelimeyle konuştuğunu söylemesi gençlerin ''''kelime haznesinin kaç kelimeden oluştuğu'''' konusunu da tartışmaya açtı. Uzmanlara göre gençler kendilerini ifade etmekte zorlanıyor ve kelime hazneleri son derece fakir.
TASARRUFLU BİR NESİL
Bilgi Üniversitesi Sosyoloji Bölüm Başkanı Doç. Dr. Arus Yumul, yeni nesli ''''kelimede tasarruflu'''' olarak nitelendiriyor: "Söylecekleri için cep telefonu ve mesajları kullandıkları için derdini en kısa kelimelerle anlatıyor. Çünkü önemli olan söylemek istediğini en hızlı ve kısa söylemek. Bu gençlerin Mc Donald''''s''''laşması. Amaç hızlı servis gibi söyleceklerini en hızlı ve kısa biçimde aktarmak." Yumul, eleştirel düşünceyi körelten eğitim sisteminin de gençleri okumaya teşvik etmediğini belirterek, "Bu sistemin amacı üniversite giriş sınavını kazanmak.
200''''DEN FAZLA DEĞİL
Testlere dayanan, farklı ses ve görüşleri yok eden, kendine öğretilenden başka türlü düşünmeye izin vermeyen sistem insanların öğrenme arzusunu ortadan kaldırıyor. Ezbere dayanan sistem kitap okuma alışkanlığını kazandırmıyor. Ortaya kendini ifadede zorlanan, 300-400 kelime ile konuşan gençler çıkıyor" diyor. Türk Dil Derneği Başkanı Sevgi Özel günlük yaşamda Türkçede 100 bin kelime bulunmasına rağmen üniversite mezunlarının bile en fazla 200 kelime ile konuştuklarını vurguluyor: "Nedeni eğitimin test çözme üzerine kurulması. Bu sistem ''''Çocuğum sen kendi cümleni kurma, başkalarının kalıplarını öğren ve bunları yaşam boyu kullan" diyor. Okuma alışkanlığını kazandırmıyor. Küçük yaşta yabancı dilde eğitim de gençlerin kelime haznesini azaltıyor. Çocuk Türkçeyi öğrenmeden yabancı dili öğrenince ortaya bu durum çıkıyor" diye konuşuyor. Sabancı Üniversitesi Diller Okulu Türkçe Grubu Koordinatörü Dr. Erol Köroğlu öğrencilerin az kelime ile konuşmasının ''''aptallıklarından'''' değil, sistemden kaynaklandığını belirtiyor: "Ne verirseniz, onu alırsınız. Sorun eğitim sistemi, ÖSS gibi sınavlardan kaynaklanıyor. Sistem düşünmeyi değil, verilen sınırlı sürede kutuları işaretlemeye sevk ediliyor. Çocuklarda kitap okuma alışkanlığı gelişmiyor. Böyle olunca da kültüre, edebiyata inanılmıyor" diye konuşuyor.
GURURLA ''''OKUMADIM'''' DİYORLAR
S.Ü. Türkçe Dersleri veren Engin Kılıç da ''''hiç kitap okumadım'''' diyen öğrenciler ile karşılaştığını söylüyor: "Bir iki kitap okuduklarını söyleyenler de zorunluluktan okumuşlar. Gururla ''''hiç okumadım'''' diyen de oluyor. Kelime haznesinin zayıflığı da kitap okumamalarından kaynaklanıyor. Televizyon, bilgisayar oyunları, chat, kitaba tercih ediliyor. Eğitim sistemini de düşünme ve yazma değil, test çözme üzerine kurulu. Bu kendilerini geliştirme ve düşüncelerini dile getirmelerini sağlamıyor. Üniversiteye geldiğinde son iki yılını yaklaşık 2 milyon test sorusu çözerek geçirmiş oluyor."

Dil Demek Din Demek Gibidir

Dil yerine ‘Ana dil’ demenin elbette farklı bir manası vardır. Biz ‘Ana dil ile Anne’ arasındaki ilişkiyi görmezden gelemeyiz...
Annelerin ayakları altına cennet seren bir milletinmensubuyuz. Dünyada anneye en çok değer veren, bunu da edebiyatıyla ortaya koyan bir coğrafyada yaşıyoruz. Annemizin ak sütü gibi temiz ve helal olan dilimizi Yahya Kemal ‘Bu dil ağzımda annemin sütü gibidir.’ diyerek tanıtıyor bizlere. Biz annemizin şefkatli kollarında, ak sütünü emerken dinlediğimiz ninnilerle öğrendik dilimizi. Annemizin, yanaklarımızda gezdirdiği dudaklarından dökülen bebeğim, yavrum, canım, balam, ay balam, meleğim hitaplarıyla kelime hazinemize yakutlar, mücevherler eklendi. Gönülden dile gelen sözler, kulağımıza değil de gönlümüze tesir etti. Uyuduk ninniyle, uyandık övgüyle… Sevile sevile, övüle övüle, eh bazen de övüle dövüle annemizden Türkçemizi, ana dilimizi, öğrendik. Azerbaycan edebiyatının önemli şairlerinden Bahtiyar Vahapzade, annesinin dil öğretimine olan katkısını, muallimliğini aşağıdaki mısralarla dile getirmiş.

“Bu dil ile tanımışam / Hem sevinci / Hem de gemi / Bu dil ile yaratmışam / Her şe’rimi / Her neğmemi”

Dil, bir milleti birbirine bağlayan, insan topluluğunu milletleştiren en önemli unsurların başında gelir. Dil sadece kelime ve kurallardan oluşan işaretler sistemi değildir. Diller milletlerin ruhunu, kimliğini, benliğini ortaya koyan göstergelerdir. Kullanılan kelimeler ahlakın ürünüdür. Kimilerinin pamuk şekeri, elma şekeri varken bir Türkiye Müslümanlarının akide şekeri vardır. Sadece bu örnek üzerinden tefekkür etmemiz bile dil-millet-medeniyet üçgeni arasındaki ilişkiyi kavrama açısından bizlere ipuçları verecektir.

Dil nasıl ki milletlerin kimliklerini ortaya koyan bir unsursa, aynı zamanda milletleri oluşturan insanların da kimliğini ortaya koyan bir unsurdur. Kimliğimizi ortaya koyan dile karşı bakış açımıza ilham olabilecek bazı ilkelerden söz etmek istiyorum.

Dil yerine ‘Ana dil’ demenin elbette farklı bir manası vardır. Biz ‘Ana dil ile Anne’ arasındaki ilişkiyi görmezden gelemeyiz. Biz ‘Ana Dil’e ‘ortak dil’ nazarıyla bakmayız. Arapçayı da ‘Ana Dil’ kabul ederiz. Öz Türkçe kullanayım safsatasıyla Arapça kelimelerin dilimizden atılmaya çalışılmasına karşı çıkarız. Bu kelimeleri dilimizden çıkarmak arınma değil kirlenmedir bizim için. Konu ana dilse Ayşe validemizin* dili, bize nasıl yabancı olur. Arapçanın yabancı olduğu bir dünyada yerli var mıdır biz Müslümanlara acaba?

Dilimizin Arapça ve Farsça’dan kelimeler almasından rahatsız olmayız. Türkçe içerisinde Arapça ve Farsça kelimeler doldurulmuş bir dil değildir. Arapça ve Farsça bilen insanların kendi hünerlerini ortaya koyarak geliştirdiği bir dildir. Yani dil inkılâbı yapılmasaydı bugün Araplar gibi konuşuyor olacaktıkifadesi yanlıştır. Dil inkılâbı yapılmasaydı, Arapça kelimeleri de kullanarak Türkî –Türk-çe – cümleler kuracaktık.

Nasıl ki bin yıllık Fransız toplumu Fransız dilini ortaya koyduysa, biz Türkiye Müslümanları olarak, bu dili bin yıllık birikimimizle ortaya koyduk. Kullandığımız kelimeleri tarihin akışında yoğurduk. Dil, ‘ben yaptım oldu’ anlayışıyla üzerinde karar verilebilecek bir kavram değildir. Bin yıllık emeğimizin, mevsimlik uygulamalarla hiç edilmek istenmesine sessiz kalamayız, göz yumamayız. Dinimiz, her konuda söz sahibi olduğu gibi dilimizle alakalı meselelerde de söz sahibidir. Yüzyıllarca kullandığımız kelimelerin sırf Arapça olduğu için dilimizden atılmaya çalışılması Kur’an’la bağımızın kesilmeye çalışılmasındandır. Arapça kelimelerden gocunmak, Kur’an dilinden gocunmaktır.

Birçok kelime Fransızca kökenli!
Dilimizden Arapça kelimelerin atılması için çaba gösterilirken Fransızca etkisi ihmal edildi. Kullandığımız birçok kelime Fransızcadan dilimize geçmiş. Birkaç örnek vereyim: alfabe, sürpriz, abaküs, abone, tren, absürt, adaptasyon, afiş, dans, afişe, agresif, disiplin, ekonomi, elektrik, salon, şef, akreditasyon, akrobasi, kabin, şoför, favori, aktivite, not, müzik, aktüel, akustik, alafranga, banknot, barkod, baterist… Fransızcadan dilimize geçmiş kelimeler sözlüğü yapılsa eminim bayağı hacimli olur. Allah aşkına kim, hangi dilbilimci hatta bu kelimelere karşılık üreten hangi ‘Öz Türkçeci’ yukarıdaki kelimeleri kullanmadan Türkçe konuşabiliyor?

Ana dil, dar kalıplara sığdırılamaz bizim için. ‘Kıtaları ipekten bir kumaş gibi kesip biçen’bir milletin evlatları, Anadolu gibi nice Anadolulara sahipken, sadece Anadolu ile sınırlı bir dil kullanmadığı için eleştirilemez. Vahşî de bizimdir yahşi de… Kullandığımız dilin zengin bir kelime hazinesine sahip olmasıyla övünürüz. Kullandığımız kelimeler fethettiğimiz, hüküm sürdüğümüz toprakların hatırasıdır. Onlara baktıkça maziden kuvvet alır, atiye umut saçarız.

Aldığımız kelimeyle almak zorunda olduğumuz kelimeler arasındaki farkı bizden iyi bilen olmaz. Aldıklarımızı şerefle kullanırız, almak zorunda kaldıklarımızdan utanç duyarız. Bu üretememişliğimizin yaftası olur bize. Size almak zorunda kaldığımızı anlaşılır kılacak bir örnek vereyim mi? İnternet. Bu kelimeyi biz almadık, onlar verdi.

‘Bir milletin edebiyatını çürüttünüz mü, okunmaz hâle getirdiniz mi artık o millette dirliği, birliği sağlayamazsınız’ ikazına kulak kesiliriz. Dünyanın en zengin edebiyatlarından birisine sahip olduğumuz hiç aklımızdan çıkmaz. Edebiyatımızla oynayanlar, en az bin yıllık tarihimizle oynamak isteyenlerdir. Lügat kullanarak İstiklal şairimiz Mehmet Âkif’in şiirlerini anlamak zorunda bırakılmak, büyük bir oyunun en önemli hamlelerinden biridir. Akif ki ne İstanbul’u dinledi ne de tepeden baktı. Görevi vesilesiyle karış karış gezdiği Osmanlı topraklarında gözlemler yaptı. Dertli şairden o dönemin sosyolojik tahlilini dinleyememek bugünkü nesil için büyük bir kayıp.

Tarihimizi, birilerinin öğrettiği kadarıyla öğrenebilmek; tarihimizi okuyup anlayabilmek için tarih yazacak bir gayretle çalışmak zorunda kalmak bizi ateşlemeli… Düştüğümüz yerden ayağa kalkmalıyız. Dirilişe ihtiyacımız var ancak unutmayalım ki dirilmek için önce ölmek gerekir.

*Peygamber, mü'minler için kendi nefislerinden daha evladır ve onun zevceleri de onların anneleridir… (Ahzab, 6)



Akıcı Konuşmak İçin 5 Önemli Taktik

Bir fikri, düşünceyi veya duyguyu ifade etmek kolay olabilir, fakat bunu güzel bir şekilde dile getirmek zordur. Dikkat edildiğinde etkili bir konuşmanın en belirgin özelliği karmaşık olmasından ziyade, çok doğal yani akıcı olmasıdır. Demek ki güzel ve etkili konuşmanın yolu, akıcı konuşmaktan geçer. Diliniz sürçmeden, tıkanmadan, takılmadan, konuşmak bir pratik işidir aslında. Aşağıda gösterilen yöntemler sayesinde akıcı konuşma kabiliyetinizi geliştirebilir ve insanlarla etkili bir şekilde iletişim kurabilirsiniz.
Yorumlamak
Akıcı konuşmayı geliştirmek için yorumlama egzersizi çok faydalıdır. Etrafınıza bakın, gördüğünüz herhangi bir kişiyi, cismi , olayı, olguyu ele alın ve onun hakkında sesli bir şekilde yorum yapmaya çalışın. Yorum yaptığınız obje ile başlayarak git gide onunla alakası olduğunu düşündüğünüz farklı konulara atlayabilirsiniz.
Mesela tavanda asılı duran lambayı ele alalım. Lambaya baktınız ve duraksamadan yorum yapmaya başladınız: “Lambaya bakınca insanın ışığa olan ihtiyacını görebiliyoruz. Işık olmadan insan hayatta kalamazdı. “Hayata gözlerini yummak” deyimi bile, ışıksız kalmanın ölümle ne kadar alakalı olduğunu gösteriyor. Sadece fiziksel anlamda değil, “ışık” kelimesi fikri ve manevi boyutta da insanın diriliğini vurgular. Dünyamızı aydınlatmak için lambaya ihtiyaç duyduğumuz gibi, zihnimizi aydınlatmak için bilgiye, kalbimizi aydınlatmak içinde sevgiye ihtiyaç duyarız…”
Tarif Etmek
Tarif etme egzersizi kısaca, bulunduğunuz ortam hakkında bilgi vermekten ibarettir. Bulunduğunuz yer neresi olursa olsun, onun hakkında duraksamadan konuşmak, neresinde nelerin ve nasıl olduğunu anlatmak akıcı konuşma kapasitenizi geliştirecektir. Bu egzersiz her yerde yapılabilir, hatta hayalinizdeki bir odayı, koridoru, bahçeyi, meydanı, adayı, gezegeni vs. bile tarif edebilirsiniz.
Mesela bu yazıyı yazarken bulunduğum ofisi tarif edeyim: “ofisim şehir merkezindeki mütevazı bir iş hanının dördüncü katında yerleşmektedir. İçeri girdiğinizde dikkatinizi çeken ilk şey, ofisin içindeki herhangi bir şey değil, dışarıda, büyük pencerenin hemen dibinde yükselmekte olan minarenin yakınlığıdır. Oturduğum yerin sağında, lepistes balıklarının neşeyle gezindiği gösterişli bir akvaryum vardır…”

Saçmalamak
Saçmalamaktan kasıt, dünyada hiç var olmayan bir dilde, saçmalamaca şivesiyle konuşmak, anında uydurduğunuz, doğaçlama bir dilde bir şeyler söylemekten ibaret egzersizdir. Var olmayan bir dil üretip konuşmak hayal gücünüzü zorluyorsa, var olan bir dili taklit etmek, sanki o dilde bir şeyler söylüyormuş gibi saçmalamak da mümkündür.
Mesela Japonca bilmememe rağmen, kendimi orta asırlarda yaşamakta olan bir samuray farz edip, içimdeki duyguları ifade etmek için saçmalamaya başlıyorum: “hata masanu parağan dunda, sunja mirata kontör. Hay bara karam osunda gafana. Sabara tanda guna mimi yazanda”
Okumak
Kitap okumanın kelime haznemizi geliştirdiği , zarif, akıcı ve etkili konuşma kabiliyetimizi geliştirdiği bir gerçektir. Kelimeleri sanatkarane kullanmak, bir akarsu gibi duru konuşmak için üzerinde durulması gereken en önemli mevzu kitap okumaktır.
Bilindiği gibi kitap okuyup kendini geliştiren kimse, ifade etmek istediği fikri , duyguyu , düşünceyi , zorlanmadan, takılmadan ve tıkanmadan söyleyebilir. Descartes’in de belirttiği gibi: “İyi seçilmiş kitapları okumak , geçmiş yüzyılların seçkin zekalarıyla önceden düzenlenmiş bir konuşmaya katılmak gibidir.” Sürekli kitap okuyarak böyle konuşmalara katılan ve seçkin zekaların tecrübelerinden faydalanan kimsenin dili sürçer mi, siz karar verin.
Sohbet Etmek
Bir işi kavramak isteyen, o işin sadece teorisine odaklanırsa başarılı olamaz. Güzel ve akıcı konuşmanın yolu insanlarla sürekli konuşmaktan geçer. Okuduğunuz bir kitap, izlediğiniz bir film, duyduğunuz bir haber vs hakkında izlenimlerinizi etrafınızdakilerle seviyeli bir şekilde paylaşın. Aile fertlerinizle, arkadaşlarınızla, öğretmenlerinizle, tanıdıklarınızla sohbet edin, anlatın , tarif edin, yorumlayın, konuşun. İnsanlarla konuşmak, fikir beyan etmek kişinin de özgüvenini arttırır, böylece heyecana dayalı duraklamalar zamanla ortadan kalkar.


KİTAP OKUMA BİZE NE KAZANDIRIR ?

-Yetkin kitaplar, sessiz öğretmenlerdir. Kitap okuma, bir ilaçtır.
2-Kitap okuma, hayatı sevdirir. İnsana yaşama sevinci
verir.
3-Seçkin kitap okuma, düşünceleri olgunlaştırır.
Joineriana:”Kitaplar da dost gibi az, fakat iyi seçilmiş olmalıdır.”der. Nitelikli kitap okuma; düşünceyi besleyen, geliştiren ve çabuklaştıran ana kaynaklardan biridir.

4-Kitap okuma, stresi azaltır.
5-Kitap okuma, zihni açar, beyni hantallıktan kurtarır.
6-Kitap okuma; doğayı, toplumu anlama ve yorumlama yeteneği sağlar.
7-Kitap okuma, bizi pek çok yönden yetkinleştirir.
8-Kitap okuyanın güvenilir bir çevresi oluşur.
9-Bilgi dağarcığımızı ve kelime hazinemizi zenginleştirir.
10-Anlama gücümüzü, konuşma ve yazma yeteneğimizi kuvvetlendirir.
11-Genel kültürümüzü artırır. Etkin ve etkili bir insan olmanın yollarını açar. Hayal gücümüzü geliştirir
12-Meslek hayatımızdaki başarı düzeyimizi yükseltir.
13-Dünyaya bakış açımızı değiştirir. Toplumsal ilişkilerimizin kalitesini artırır.
14-0kul hayatındaki başarıları pekiştirir.
15-Okumak, haz duymaya, zihnimizi süslemeye, karar verme yeteneklerimizi geliştirmeye yarar. İnsanı olgunlaştırır, erdemli kılar.

OKUYAN İNSAN DAHA BİLGİLİ VE ELBETTE DAHA BAŞARILI OLUR
Bilgi ve bilişim çağında yaşıyoruz. Başarının en önemli kaynağı bilgidir.Bacon: ‘Bilgi, güçtür.’ der. Başarılı yazarlar, ömürlerinin yarısını okuyarak geçirmişlerdir. Hayatta başarılı ve mutlu olmak için okuma alışkanlığı edinmemiz gerekir. Kahvelerde, meyhanelerde vakit öldüren insanların çoğu, okuma alışkanlığı edinememiş kimselerdir.
Voltaire: ‘Okuma, ruhu yüceltir.’ demiş. “Güneş dünyayı, kitap insanları aydınlatır. Çocukları kitapla beslemeyen ulusların sonu acıdır.”
Dilimiz, edebiyat üstatlarının eserlerini okumakla zenginleşir. Büyük yazarların eserlerini mutlaka okumalıyız. Bu sayede hem düşüncelerimiz gelişir, hem de ifade yeteneğimiz güzelleşir.
Okumayan insan, zihnini çalıştırmıyor, fikir jimnastiği yapmıyor demektir. Bir kitap veya yazı okuduğumuz zaman, onu kaleme alan yazarla sohbete dalmış oluruz.

Okuduğumuz metin, bize yazarın düşüncelerini söyler; biz de o fikirleri zihnimizde tartarız, kabul veya reddederiz ki böylece biz de düşünmeye başlarız.
Okuma, düşünceyi besleyip düşünme yeteneğimizi geliştirir ve kelime hazinemizi genişletir. Okuma sayesinde konuşma yeteneğimiz gelişir, düzgün ve güzel konuşur, güzel yazar hale geliriz.
Okuma gaye değil, araçtır. Okumanın sonunda insan bilgi edinmeli, faydalı şeyler öğrenmelidir. Okuduğumuz metin tarih ise günümüze ışık tutmalıdır; ahlak kitabı okuyorsak davranışlarımız düzelmelidir. Okuduğumuz bilgilerden faydalanmalıyız ve onları hayata uygulamalıyız; aksi halde, marangozluk kitabı okuduğu halde hiçbir şey yapamayan adama benzeriz.
Goethe: “Okumayı öğrenme, sanatların en gücüdür.” der. Gerçekten de okuma alışkanlığı edinebilmek çok zordur. Hele televizyonların insanı haber, film, şov bombardımanına tuttuğu, bilişim çağının en büyük zaman hırsızı internetin çok yaygınlaştığı günümüzde okuyabilmek, sanatların en zorudur, fakat en güzelidir. TV seyreden, bilgisayar başında vakit öldüren insan pasiftir; resimler, yazılar süratle gözünün önünden geçer ve düşünmek için vakit bulamaz. Kitap öyle değildir; istediğiniz yerde okumayı bırakıp okuduklarınız üzerine düşünebilirsiniz.
Okumak, insan için en kolay ve en etkili öğrenme yoludur. Gelişmiş ülke toplumları, sahip oldukları bilgilerin % 60’ ını bu yolu kullanarak edinmişlerdir. Geri kalmış toplumların karşılaştıkları sorunların birçoğunun kaynağında ise eğitimsizlik yer almaktadır. Geri kalmış toplumlarda kişiler okuyarak geçirebilecekleri zamanı çoğunlukla yararsız işlerle harcamaktadırlar.
Kitapla yetişen nesiller başarı dolu ve iyi yetişmiş olacaktır. Okuma sayesinde kendisini yetiştirmiş bireylerin günlük sohbetleri bile farklıdır. Kitap okumanın, sınav başarısında yadsınmaz bir katkısı vardır. Kitap okuyan ve okuduklarını iyi değerlendirebilen öğrenciler, diğer öğrencilere göre çok daha başarılı olmaktadırlar.
Kitap okumanın zihinsel gelişmeye katkısı, anne karnında başlar. Anne karnındaki bebek, 6. ya da 7.aydan itibaren dış dünyayı işitebilir.Anneler, yüksek sesle kitap okurken, çocuklar, onları dinler. Kendisine kitap okunan çocukların dil gelişimi sağlıklı olmaktadır. Kitap okunan ve kitap okuyan çocukların düşünceleri, diğer çocuklara göre çok daha zengin olur. Kitap okuyan çocukların iletişim kapasiteleri artmaktadır. Okuma, çocuğun kelime hazinesini de arttırmaktadır.Tüm bu nedenlerle, çocuklarımıza mutlaka okuma alışkanlığı kazandırmalıyız. Bunun için uygulanabilir öneriler şunlardır:
En iyi okuma, önek olmaktır:Çocuğumuz, bizi ve diğer aile bireylerini, kitap okurken mutlaka görmelidir.
Evimizde güzel kitaplar üzerine sohbetler eksik olmamalıdır.
Çocuklarımıza, her fırsatta, seviyelerine uygun kitaplar hediye etmeye çalışmalıyız.
Çocuklarımızın evde mutlaka bir kitaplığı olmalıdır. Çocuklarımızı, kitap seçimi ve kütüphane oluşturma konusunda yönlendirmeliyiz.
Çocuklarımızı, olanaklar ölçüsünde kitap fuarlarına, yazarların imza günlerine götürmeliyiz. Çocuklarımızın yazarlarla konuşmasına, iletişim kurmasına olanak tanımalıyız.
Yazmak, okumayı destekleyici bir etkinliktir. Onun için, çocuklarımızı, yazma etkinliklerine yöneltelim. Çocuklarımızın; anı defteri, kitap tanıtım defteri, şiir defteri...tutmalarını özendirelim.
Çocuklarımızın internette, televizyonlarda kitap üzerine üretilen güzel düşünceleri, eğitici programları izlemelerine fırsat verelim.
*Çocuklarımızı, arada sırada kütüphaneye götürmeyi; onların, kitaplar dünyasından yararlanmalarını ihmal etmeyelim. Şu özdeyişleri asla unutmayalım:”Kitapsız yetişen çocuk, susuz büyüyen ağaca benzer.”Kitapsız hayat, kör, sağır ve dilsiz yaşamaktır.”