3 Mayıs 2013 Cuma

Siz de Kendi Görüşünüzü İfade Etmekten Korkuyor musunuz?

Sizce bizim toplum olarak özgüvenimiz yeterince sağlam mı?
Kendimize karşı dürüst olmamız gerekirse özgüven eksikliğimiz en çok yabancılarla karşılaşacağımız zaman ortaya çıkıyor. Sanatta, sporda ya da üretim kalitesinde birçoğumuz yabancıların ve özelikle Batılıların bizden daha iyi olduğuna inanır. Birçok alanda yabancı hayranlığımız bu eksiklik hissimize dayanır. Türkiye’de marka isimlerini İngilizce koyma alışkanlığımız da bu nedenledir.
Batılıları kendimizden üstün görmeye başlamamız Tanzimat Dönemi'ne dayanır. Fransız gibi olma anlamına gelen “Alafranga” ve Türk gibi olma anlamına gelen “Alaturka” terimleri, günlük dilimize Tanzimat döneminde girmiştir.
62 ülkede, 9 temel değişken incelenerek ülkelerin kültürlerini kıyaslayan araştırmaya göre (Globe Research Project) Türkiye, “kendi fikrini ifade etme” (assertiveness) açışından en son sıralarda yer alıyor. Biz toplum olarak kendi düşüncelerimizi ifade ederken karşımızdakiyle uyum içinde olmayı tercih ediyoruz. Farklı bir fikirde olmayı karşımızdakiyle “ters düşmek” gibi algılayıp kendimizi huzursuz hissediyoruz.
Oysa bazı toplumlarda insanlar, başkalarının düşünceleri ne olursa olsun kendi fikirlerini hiç zorlanmadan ifade etme alışkanlığına sahiptirler. O toplumlarda bir insanın kendi düşüncelerini ifade etmesi, karşısındakinin düşüncesini kabul etmemesi saygısızlık ya da küstahlık olarak addedilmez. Aksine daha küçük yaştan itibaren kendi fikrini savunmak yüceltilen bir davranıştır.
Bizde ise tam tersidir: Bir insanın düşüncesine karşı çıkmak o kişiye karşı gelmek gibi anlaşılır. Bizde söylenen her söz neredeyse karşı tarafın kendi kişiliğine söylenmiş bir söz olur. Bu ister akademik camiada ister siyasi arenada isterse bir arkadaş topluluğunda olsun, bir insan, grubun genelinden farklı bir fikir ileri sürerse tüm gözler ona çevrilip sorgulanır. Bizde makbul olan, bir insanın “kendi fikirlerine sahip olması” değil, grupla uyum içinde olmasıdır.
Bir insanla farklı düşünmek o insanla zıtlaşmak anlamına geldiği için bizim gibi toplumlar hemen kutuplaşır. Her meselede kamplara bölünür. Farklı bir fikre sahip olmak, “karşı tarafta durmak” gibi algılanır. Böyle olunca da fikirleri tartışmak yerine “kimin hangi grubun içinde yer aldığı” önem kazanmaya başlar. Bu tutum, zamanla insanları fikirlerden uzaklaştırır ve ait olunan grup, cemaat ve partiler ön plana çıkar.
Sosyal psikologlar “kendi görüşünü ifade etmenin” (assertiveness), daha çok Kuzey Amerika ve Kuzey Avrupa’ya ait kültürel bir davrnanış olduğunu öne sürerler. Doğu toplumlarında, bireysellik de insanın kendi fikrini ifade etmesi de (özgüven) yüceltilen bir kavram değildir.
Özgüveni yücelten toplumlar rekabeti ve ilerlemeyi de yüceltir. Bu toplumlarda hakim olan inanış, “çaba gösterenin kazanacağıdır". Dolayısıyla toplumsal olarak telkin edilen, kişilerin kendilerine güvenip mücadele etmeleridir.
Özgüveni düşük olan toplumlarda insanlar, tek başlarına başarılı olamayacaklarını varsaydıkları için, içinde bulundukları topluluğa bel bağlarlar. Hâkim olan inanış, “arkası sağlam olanın kazanacağıdır". Güçlü kişilere yakın olma isteği buradan kaynaklanır. Bir insanın güçlü olanlara yakınlığı onun başarılı olma ihtimalini yükseltir. Bu toplumlarda insanlar, başarmanın yolunun lidere, yöneticiye, güçlü olana güvenmekten geçtiğini bilirler.
Bu toplumlarda “doğrunun” ve “yanlışın”; “iyinin” ve “kötünün” ne olduğunu söyleyen “bir bilen” vardır. İnsanlar kendi düşüncelerinden çok güçlü olanın düşüncesine değer verirler. Belki de bu nedenle bu toplumların esnek ve değişime açık olmaları bu yüzdendir. Bizim gibi toplumlar, krizlere dayanmak konusunda da, değişimi kabullenme konusunda da Batı toplumlarına göre daha avantajlıdırlar.
Bizim toplumumuzda “doğrular”, insanların kendi tercihleri ve birikimleriyle değil, hâkim grubun inanışları ve değerlerine göre şekillenir.
Kendi fikrini özgürce ifade etmekte zorlanan toplumlarda insanlar nerede konuşup nerede susacaklarını; nerede ön plana çıkıp nerede kendilerini unutturacaklarını daha çocuk yaşta öğrenmeye başlarlar. Bu, onlar için bir hayatta kalma stratejisidir.
Bizim toplumumuz işbirliğini ve ilişkileri yüceltir. Bizde arkası sağlam olmayanın devlet dairelerinde “ikinci sınıf” insan muamelesi görmekten korkması bu yüzdendir. Bu nedenle bizde bir insanın “nüfuzlu tanıdıklarının olması” hayati öneme sahiptir. Çünkü sokaktaki insan, ancak bu tanıdıklar sayesinde hak ettiğini alabilleceğine inanır.
Özgüveni düşük olan toplumlarda güçlüye karşı nasıl bir tavır içinde olunması gerektiği de çok açıktır. Esas olan güçlüyle uyum içinde olmaktır. Toplumsal hiyerarşi yani kimin kimden daha üst sırada olduğu çok önem arz eder. Çünkü sonucu belirleyen bu ilişkilerdir: Haksızlığa uğramamak için nasıl nüfuzlu tanıdıklara ihtiyaç varsa toplumda bir yerlere gelmek ve başarılı olmak için de bu ilişkilere ihtiyaç vardır.
Psikologlar özgüvenin doğuştan değil; çocukluktan itibaren kazanılan bir özellik olduğunu söylerler. Alfred Adler hayatta karşılaştığımız her başarı veya başarısızlığın özgüvenimizi etkilediğinin altını çizer. Hepimiz hayatımızda karşılaştığımız zorluklarla nasıl baş ettiğimize göre özgüven kazanır veya kaybederiz.
Bir toplumun kendi içinde farklılıkları doğal kabul etmesi de bir özgüven konusudur. Bir toplumda insanların birbirlerinden farklı renklere, farklı kökenlere, farklı mezheplere sahip olması ne kadar “normal” karşılanırsa o toplumun bireyleri de o kadar özgüvenli demektir.
Aksine toplum, bu farklılıkları ne kadar bastırır, ne kadar yok sayarsa toplumda riya o kadar yükselir. İnsanlar baskı karşısında hem kim olduklarını hem de gerçek düşüncelerini gizlerler. Kendilerine görüşleri sorulduğu zaman gerçek düşüncelerini değil “duyulması arzu edileni” söylerler. Toplum giderek içi başka dışı başka bir yapıya kavuşur. Özgünlüğünü ve bütünlüğünü kaybeder.
Bizim toplumumuz özellikle devletle veya güçlü olanla ilişkiye girdiği zaman kendi düşüncesini ifade etmektense kendisinden beklenen düşünce ve tutumu sergilemeyi kültürel bir miras olarak edinmiştir. Bizim toplumuzda bu tutum, riski en aza indiren, güvenli bir tutumdur.
Eğer baskı ortadan kalkarsa toplum zaman içinde yeni alışkanlıklar edinmeye başlar. Kendine daha güvenli, kendi düşüncesini özgürce ifade eden bir topluma dönüşebilir.
Bu değişim elbette birkaç yılda kendini göstecek kadar süratli olmaz ama önünde sonunda bu değişim gerçekleşir.
Yazar: Temel Aksoy
Kaynak: http://www.temelaksoy.com

Hiç yorum yok: